2024-2025 adli yılı dün açıldı. Hukuk Devleti, Bağımsız Yargı, Adalet, İnsan Hakları türünden sözcükler havada uçuştu gene. Bağımsız yargıya, hukukun üstünlüğüne saygısı olmayanlar bile bol keseden attılar. Bu konuda hukuksal sınır yok ne de olsa!

        Oysa gerçekler apaçık ortada. Yargının bağımsız ve tarafsız olmadığını, Anayasal Devlet olgusunun kağıt üstünde kaldığını, Hukuk Devletinden fersah fersah uzaklaşıldığını görmek için hukukçu olmak gerekmiyor. Sağduyulu ve rasyonel bakan her vatandaş adaletin ve hukukun ayaklar altında kaldığını görüyor. Ne yazık ki adalete güven yok. Nasıl olsun ki!

        Anayasa Mahkemesi kararlarının Anayasanın 11. ve 153. maddelerine karşın uygulanmaması gibi vahim bir durum hepimizin malumu. Hukuk Devleti, Yargı Bağımsızlığı, Anayasanın Üstünlüğü bağlamında başkaca bir hususu tartışmaya gerek yok sanırım!

        Ben esasen bu yazımda daha derindeki ve temel bir sorunu ya da adaletsizliği gündeme taşımak istiyorum. O da şu: Mevcut ekonomik eşitsizlikler. Başka deyişle, servet ve gelir eşitsizliği. Ne yazık ki, hukuk ve adalet gibi konular değerlendirilirken göz ardı ediliyor ya da yok sayılıyor bu eşitsizlikler. Oysa kanımca, adaletsizliğin daniskasıdır bu. Ekonomik ve sosyal adaletsizliklerin hüküm sürdüğü bir düzende hukuksal adaletten bahsedilebilir mi? Bu korkunç eşitsizlik tablosunda yargının tarafsız olması mümkün olabilir mi? Böylesi bir zeminde hukukun üstünlüğü yeşerebilir mi?

        Ekonomik bir krizden geçiyor ülkemiz. Peki, tüm ülke nüfusu olumsuz mu etkileniyor bu krizden? Elbette hayır. Nüfusun önemli çoğunluğu ekonomik yönden gerilerken, nüfusun küçük bir zümresi ilerlemeye devam ediyor. Tıpkı tahterevalli misali. Çoğunluk yoksullaşırken, azınlık tam sürat zenginleşiyor. Bir avuç dev holdingin yıllık kâr oranlarını ve artan servet miktarlarını takip ediyorsunuzdur sanırım. Tüyler ürpertici, akıllara durgunluk veren rakamları görüyorsunuzdur.

       Ülkemizde en zengin % 1’lik kesim servetin yüzde 40’ına sahip. En zengin % 10’luk kesim ise yüzde 70’ine. Buna karşılık, ülkenin geri kalan % 90’lık çoğunluğu ise servetin yüzde 30’unu paylaşıyor. Yüzde 30’u paylaşan çoğunluk arasında da derin bir eşitsizlik var kuşkusuz.

      Adalet, hukuk, yargı tartışmalarında sorgulanması, baş gündem yapılması gereken bir meseledir bu. Böylesi bir ekonomik adaletsizlik hüküm sürerken adalet Devletin temeli olabilir mi? Anayasa madde 5 uyarınca Devlet, temel amacı ve görevi olan, toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlayabilir mi? Bir avuç zengin azınlığın dışında sağlanamadığı ortada.

      Ekonomi ile siyaset, hukuk arasındaki ilişkiler bilinçli biçimde gözlerden uzak tutulmaya çalışılıyor hep. Oysa bu alanların birbirinden bağımsızlığı mümkün değil. Özellikle ekonomik süreçler, siyasal ve hukuksal süreçleri belirliyor ve şekillendiriyor. Kural açık: Ekonomik yönden güçlü zümreler siyasal ve hukuksal yönden de güçlü ve nüfuz sahibi oluyorlar.

     Anayasamızda egemenliğin kayıtsız şartsız Millete ait olduğundan bahsediliyor. Kağıt üstünde böyle kuşkusuz. Lakin kazın ayağı öyle değil. Siyasal ve hukuksal mekanizmalar işlerken, ekonomik yönden zengin azınlık ağırlığını koyuyor doğal olarak. Soralım: Servetin % 70’ini ele geçirmiş bulunan % 10’luk küçük bir kesim, geri kalan büyük çoğunluk karşısında egemenlik bahsinde aynı koşullara mı sahiptir? Daha çarpıcısını ve anlaşılırını ifade edelim: Milletin en zengin % 10’luk kesimi ile milletin en yoksul % 10’luk kesimi kıyaslandığında egemenlik konusunda bir eşitlikten söz edilebilir mi? Açıkçası, milletin çoğunluğu egemenlikten yoksundur.

Bahsettiğimiz derin ekonomik eşitsizlik, sınıfsal nitelikli bir eşitsizliktir. Anılan sınıfsal eşitsizliği dert etmeden, hedef almadan hukuksal adalet, hukukun üstünlüğü arayışına girmek öküzün altında buzağı aramaktır. Bahsedilen korkunç ekonomik eşitsizlikleri merkeze almayan insan hakları mücadelesi de olamaz, ya da çok eksiklidir. Eşitlik olgusundan hareket eden insan hakları mücadelesi en temel eşitsizlik olan servet eşitsizliğini hesaba katmadan yol alamaz. Zira eşitsizliğin, adaletsizliğin kaynağı giderek derinleşen servet eşitsizliğidir. 

Peki, servet ve gelir eşitsizliğinin kaynağında ne vardır? Can alıcı nokta burasıdır işte. Bu noktada hukuk sisteminin en temel hak olarak kutsadığı özel mülkiyet hakkı çıkmaktadır karşımıza. Oysa toplumun büyük çoğunluğu özel mülkiyetten yoksundur; toplumun küçük bir kesimi sahiptir özel mülkiyete. En zengin % 10’luk kesimin yüzde 70’lik servete sahip olmasının kaynağında bu gerçek yatmaktadır. Esasen toplumun zengin azınlığı için mülkiyet hakkı bulunmakta, geri kalan en yoksul kesim için ise mülkiyet hakkı bulunmamaktadır. Düşünmek ve sormak gerekmez mi; toplumun büyük çoğunluğunun erişemediği temel ve kutsal bir hak nasıl olabilir? Esasen özel mülkiyet hakkı toplumun çoğunluğu için engellenmiştir.

Adaletsizliğin kaynağı olan ve küçük bir zümre için hak teşkil eden üretim araçlarında mülkiyet hakkının özel niteliğinin sorgulanması, hukuk ile adalet mücadelesinin olmazsa olmazı konumuna getirilmelidir. Ekonomik ve sosyal adaletsizliği, böylece hukuksal adaletsizliği ortadan kaldırmanın başkaca bir yolu bulunmamaktadır çünkü. Bunun da yolu mülkiyeti toplumsal-devlet mülkiyeti haline getirmekten, yani mülkiyet hakkını küçük bir zümreye ait özel hak olmaktan çıkartmaktan geçmektedir. Aksi halde hukuk, adalet türü sözlerimiz süslü laflar olmanın ötesine asla geçemezler. Toplumun zengin ve yoksul şeklinde ayrıştığı bir tabloda hukuk ve hukukun üstünlüğü hiçbir anlam ifade etmez.

Gerçek apaçık ortada değil mi zaten?